ABD başkanlık seçimleri ülkemizde de tüm dünyada olduğu gibi yakından takip ediliyor. Bu seçimlerde “Cumhuriyetçiler” ve “Demokratlar” adı altında bildiğimiz iki grup öne çıkıyor ve genellikle ABD başkanları bu iki gruba mensup kişiler arasından seçiliyor.
Nasıl oluyor da yaklaşık 332 milyon vatandaşı bulunan ABD’de üçüncü bir parti, seçim yarışına katılamıyor?
İlk olarak iki partili sisteminin nasıl oluştuğuna bakalım.
ABD tarihine bakıldığında iki partili sistemin doğuşu Federalist ve Anti-Federalist adı altındaki gruplar arasındaki mücadeye dayanıyor. Bu gruplar arasındaki mücadele zamanla dönüşüm yaşıyor; Alexander Hamilton liderliğindeki Federalistler, Thomas Jefferson liderliğindeki Anti-Federalistler zamanla Demokratlar ve Cumhuriyetçiler olmak üzere iki zıt kampa bölünüyor.
Partiler oy miktarına bakılmaksızın yarış dışı kalıyor.
“Çoğunlukla ilk sıradaki kazanır” ve “kazanan her şeyi alır” olarak adlandırılan mevcut ABD seçim sisteminde en çok oy alan ilk parti, seçimi kazanıyor. Bu sisteme göre diğer partiler oy sayılarındaki miktara bakılmaksızın yarış dışı kalıyorlar.
Ek olarak bu sistem, genellikle iki ana partinin egemen olduğu ve küçük partilerin parlamentoda temsil edilme olasılığının azaldığı bir yapıya yol açıyor.
Üçüncü partiler halk açısından güven bulamıyor.
Yapılan araştırmalara göre birçok Amerikalı, iki büyük partinin kendilerini temsil etmediğini düşünmesine rağmen seçimlerde üçüncü parti adaylarına oy verme konusunda tereddüt ettiğini gösteriyor. Bu durum da üçüncü partilerin ortaya çıkmasını engelliyor.
Birçok gelişmiş demokrasinin kullandığı sistemi ABD kullanmıyor.
Orantılı temsil gibi alternatif seçim sistemlerinde oy oranlarına göre koltuk dağılımı sağlanıyor. Böylece parlemantoda daha fazla politik çeşitlilik oluşturulmuş oluyor. Birçok gelişmiş demokrasi sistemi geniş çeşitliliği teşvik etmesine rağmen ABD bu sistemleri uygulamayı tercih etmiyor.
Yasal olarak önemli engeller mevcut.
ABD’deki mevcut yasal ve anayasal çerçeveler tek bir temsilcinin seçildiği seçim bölgelerini zorunlu kılıyor. Kongre üyelerinin tek üyeli seçim bölgelerinden seçilmesi ve bu uygulamanın çoğu eyalette benimsenmiş olması iki büyük partinin egemenliğini destekleyen bir yapıyı teşvik ediyor.
Medya ve kamuoyu algısı, iki partili sistemi pekiştiriyor.
ABD medyası genellikle iki büyük partinin adaylarına daha fazla yer veriyor. Bu durumda üçüncü partilerin ve bağımsız adayların görünürlüğünü, kamuoyu nezdindeki meşruiyetini sınırlamış oluyor. Medyanın bu eğilimi, halkın üçüncü seçeneklerden bihaber olmasına ve ciddiye almamasına yol açıyor.
ABD tarihinde iki büyük partiyi üçlemek için büyük bir deneme yapıldı.
1992 ve 1996 yıllarında iş insanı Ross Perot, Amerika Birleşik Devletleri Başkanlık Seçimleri’nde bağımsız bir aday olarak ve daha sonra Reform Partisi’nin adayı olarak yarıştı.
Perot, 1992 yılında %18.9 oy alarak üçüncü parti adayının elde ettiği en yüksek oy oranına ulaştı. Perot, özellikle ticaret politikaları ve bütçe açığı konularına odaklanarak iki partili sisteme kafa tutmuştu.
İlginizi çekebilecek diğer içeriklerimize göz atabilirsiniz: